Cuma, Kasım 18, 2005

duayen gazeteciler

Yıllarca gazetecilik yapmış çok değerli hocamız Süleyman Coşkun, Araştırmacı Gazetecilik dersini alan öğrencilerin meslekte en az 30 yılını doldurmuş Duayen Gazeteciler'le yaptığı söyleşileri 4 ciltlik bir seride topluyor. "Kendi Anlatımlarıyla Duayen Gazeteciler" adıyla basılan serinin üçüncü kitabının tanıtım kokteyli dün akşam yapıldı. Kitapların ilk ikisinden değil de üçüncüsünden bahsetmemin nedeni ise tamamen çıkara yönelik bir girişim, çünkü içinde bizim yaptığımız söyleşiler de var. Çok heyecan verici ve güzel bir akşam yaşadım.

Ayrıca;
Emeğimize değer veren ve bu emeği çoğaltan; başarıyı sadece kendine değil, öğrencilerine de mal eden; bulunduğumuz yerde büyük katkısı bulunan hocamıza buradan da teşekkür etmek istedim.

Çarşamba, Kasım 16, 2005

Tam iki haftadır yazmıyorum, yazamıyorum. şükür kavuşturana, şükür içime doluşan ilham perilerime...

Son zamanlarda bloglarda yaptığım sörf esnasında, sık sık "sobelemek-sobelenmek" deyimiyle karşılaşır oldum. Blog alt kültüründe son modaları yakından takip etmeye çalışan; bir "tag", bir "html kodu" öğretene, kırk yıl yorum yazmaya hazır bir kulunuz olarak bu konuda açıklama yapılmasını istiyorum. Bir bilen lütfen bilgilendirsin beni.

Blog camiasındaki son modalardan biri de "20" rastgele konu hakkında arka arkaya yazı yazabilme başarısını gösterebilmek. Ben de, bloguna yazı yazmaya bu kadar ara veren biri olarak heves ettim bu yönteme tabi; işte rastgele 20 "şey":

  • Gazete biteli çok oldu, yani bir sonrakinin bitmesine az kaldı. Bu ne demek; İris kısa süreliğine yine insanlıktan çıkacak demek. Hadi hayırlısı...
  • İş stresimle ilgili "hırs"tan -bkz aşağıdaki yazı- daha iyi bir terim buldum; konsantrasyon. Okan Bayülgen'in yeni programı Televizyon Makinası'nda Metin Aralot söyledi, bana da uyar; "Bir işe o kadar çok konsantre oluyorum ki, iş bittiğinde birilerinin de bana konsantre olması gerekiyor." Bu biraz daha yumşak ve mesaj dolu oldu di mi? Tabi anlayana...
  • Konsantre kelimesi meyve suyunu da hatırlatmıyor değil.
  • Televizyon Makinası güzel, dinamik, hoş olmuş da, bayağı uzun olmuş be Okan abicim. İnsanın göz kapakları düşü düşüveriyor. Bırakamıyorsun da bir türlü... Ara skeçler, özellikle kendisinin yatakta sağa sola debelendiği bölümler, yine başarısız olmuş. Konukmuş gibi gelen tiplemeler bir harika (ilk programda dj, ikincisinde manken olarak katılmışlardı). Bir de konuklara lafları sokup sokup; Cosmopolis'in yapımcısının Sex and The City'den, Ayaklarınızı Sıcak Tutun kitabını yazan Belda Öztürk'ün de Küçük Prens'ten çalıntı yaptıklarını delillerle ispatlayıp, sonra gönüllerini hoş tutma çabası da hiç hoş durmuyor bence. Ya hiç yapma ya da sonuna kadar üstlerine git. Di mi ama? Haksız mıyım? Onun dışında Hakkı Devrim'in programa daimi konuk olarak (bir diğer anlamda programın ikinci sunucusu oluyor, ama çaktırmayın) katılması da çok başarılı bir yenilik olmuş. Okan Bayülgen'e göre daha cesur sorular soruyor, sivri açıklamalar yapıyor, çok da sevimli ayrıca. Bu konuyu ayrı bir başlık mı yapsaydım acaba? Demek ki ileriki günlerde devam edecek...
  • Fotoğraf makinesi almaya karar verdim. Reklam gibi olmasın ama yaptığım araştırmalarda en uygunun Canon 350D olduğu kanaatine vardım. Var mı daha iyi önerisi olan?
  • Yurdum medyasından kaçayım derken kendisini 3100 mil uzakta bulan ve pişman olmayan, değerli dost, sosyo- araştırır Ferzan da sonunda blog cemaatine katıldı. İngiltere'den ve hayattan sosyal izlenimler için; farlimas, güzel kareleri için; http://ferzan.fotopic.net/
  • Arada bizim fotoğraf sitemizi de hatırlatayım bari. eğer becerebilirsek, önümüzdeki aylarda bir sergi ve daha geniş bir internet sitesi açmayı düşünüyoruz. aslında bunu çok uzun zamandır hayal ediyoruz. gerçekleşirse tabi ki haber vereceğim.
  • İki reklam iki anafikir: Çilek Genç Odası: İstediğiniz yatak odası takımını aileniz almıyorsa, kapının üzerine küçük bir not bırakarak evi terk edip, bir yakınınızın mümkünse dedenizin yada anneanneniz yanına sığının. Yazınız parlak, fosforlu kalemle ve okunaklı olsun. Fiat Doblo (Japonca iş başvurusu): Pratik ama özensiz olun. Hele ki iş başvurusuna gidiyorsan önemli olan tek şey hızdır. Tükenmez kalemle çala kalem hazırlayacağınız başvuru formuna kimse dikkat etmeyecektir.
  • İtiraf ediyorum; dizi sezonu başında umutla ilk bölümünü beklediğim Aliye, artık sıkmaya başladı. Nejat İşleri'n hatırına bile katlanılamayacak kadar sündü. Aynı yüz ifadesi, aynı bıkkınlık, aynı hikaye; daha kaç bölüm idare eder bu "annelik sendromu" bilmiyorum. İnsanda depresif bir etki bırakıyor diye şikayet ederken son bölümde Aliye'yi de sıkı bir depresyona soktular, tam oldu. Hadi biraz hareketlensin artık, yazık olmasın diziye harcadığımız zamana. Ayrıca "Yağmur Zamanı" adlı benzer bir diziyi de karşısına koydular ki, reytingler düşmeye başlar böyle giderse, uyarmadı demeyin :)
  • Uğur Yücel'in yeni dizisinden nedense pek hazetmedim. Nedense diyorum, çünkü başarılı bulduğum oyuncular, başarılı bulduğum bir yönetmenle buluşmuş ama karanlık atmosferli bir yapım ortaya çıkmış. "Karanlık" kelimesi de pek karşılamıyor aslında düşüncelerimi, ne bileyim itici bir tarafı var işte. Mavi'nin güzel, duru yüzü, Timuçin Esen'in karizmatik ama hisli bakışları bile yetmiyor o hissi uzaklaştırmaya. Belki de benim, biraz daha umut dolu yapımlar izlemeye ihtiyacım vardır.
  • Avrupa Yakası'nı çok erken yayınlıyorlar, hiç yakalayamıyorum.
  • Gelelim cnbc-e dizilerine: Nip/Tuck koptu gidiyor, gerçek bir başyapıt bence. Eğlence amaçlı sihirli kutunun gezindiği gerçeklik sunusunda, sınırları zorluyor. Hani dizi başlamadan koyulan sponsor reklamında, "En sevdiğiniz dizi başlıyor, keşke ömür boyu sürse" lafı var ya; dizi bitiminde gerçekten öyle hissediyor insan. Geçtiğimiz sezonda gösterimde olan benzer etkili "Six Feed Under"ın devamını da bekliyorum heyecanla... Diğer diziler ise gerçekten eğlencelik, hele bizim sündürülmüş yerli dizilerle karşılaştırılınca ekranda bir başka duruyorlar; The OC, Las Vegas, Gilmore Girls, 4400'ü düzenli takip ediyorum.
  • Maaşımın yarısını ilk gün, diğer yarısının yarısını ilk haftada, kalan dörtte birlik bölümünü, sakınarak harcamama rağmen, ikinci haftada bitiriyorsam kalan iki hafta nasıl yaşıyorumdur?
  • Cevabınız kredi kartıyla olduysa yanılıyorsunuz. Bilfiil işçi, emekçi olduğum son iki senedir kredi kartı almamak konusunda direniyorum. Bugüne kadarki en başarılı ve uzun soluklu bu direniş için kendimi bir kez daha kutluyorum huzurlarınızda. Umarım, hayatımın sonuna kadar da sürer kredi kartına karşı verdiğim haklı mücadelem. Ayrıca, bu direnişte, en hain saldırıya göğüs germemi sağlayan ve taksitli alışveriş yapabilmem için kredi kartını hizmetime sunan A.H.'ye buradan sonsuz teşekkürlerimi bildiririm.
  • Taaa ilk günlerde bahsettiğim dedemin kitabını hala çıkaramadık. O da aliye gibi sündü de sündü. En son önsöz yazsın diye birine vermiştik. O da bir ayda anca yoğunlaşmış kitaba da, titizlikle okumuş, bir sürü düzeltme yapmış, önsöz yazmış. yani bir düzeltmeye daha girdi kitap, daha en az iki haftası var.
  • Biraz da gündemden; Türbanı siyasallaştıranların Kemalistler olduğunu savunuyorum. Yasak her zaman karşı konulası bir haz yaratmıştır bu toplumda. 28 Şubat sonrası türbanlı sayısında göze çarpan artış hakkında araştırma yapılmasını istiyorum. Aslında bu konuda orta yolcu bir tavır sergiliyorum. Türbanın bayrak gibi sallanmasını da desteklemiyorum, yasaklanmasını da. Bırakın kendi halinde yaşasın insanlar. Sevgi, barış, dostluk, kardeşlik çemberi içinde mutlu mutlu yaşayalım.
  • Akşam milli maç var. Bence Türkiye bu maçı kazanacak ama Almanya 2006'ya gitmeye yetmeyecek. Böyle hissediyorum nedense. Bi de konu açılmışken, İsviçre milli takımı Türkiye'ye indiğinde yaratılan atmosfer için tüm medyayı kutluyorum (!) Milliyet'te şöyle bir spot vardı: "Psikolojik savaş havaalanında başlayacak" Bunu okuyan yüce "Türk Milleti" kendini havaalanına atıp, bağırıp çağırmasın da ne yapsın. Akşam ekşın var. Acaba gezici linç ekibi de orda olur mu?
  • Üniversiteler tüm tarihi misyonunu kaybetmiş, meslek okullarına yada teknokparklarla şirketlerin araştırma-geliştirme (ar-ge) departmanlarına dönüşmüşken YÖK olmuş olmamış ne fark eder ki! (NTV'nin bu haftaki gündemi bu da; onun gündemi benim gündemim biliyorsunuz)
  • Son maddemi de bir fotoğrafa ayırmaya karar verdim: En küçük kuzenim; inatçı, hareketli, düz duvara tırmanan cinsten, bir o kadar da sevimli, masum ve güzel. Annesi prensesim diye seviyor ama bence olsa olsa "Amazon kraliçesi" olur. En mutlu olduğu anlar; abisi yere yatırıp sağını solunu hırpaladığında ona karşı koyduğu, dağda bayırda özgürce koşturduğu, dolabımın üstünden yatağıma kendini bıraktığı, merdiven trabzanlarından başını geçirebildiği anlar. Dayım ilk evlendiğinde eşine; "bir kızımız olsun iris gibi olsun" demiş. dileği tutmuş mu ne?

Salı, Kasım 01, 2005

İşimle ilgili iç hesaplaşma

Son bir yılda en çok sevdiğim iki kelimelik cümle bu oldu: "Gazete bitti"

En nefret ettiğim üç kelimelik soru ise şu: "Gazete bitti mi?"

Ayda bir, tabloid boyda 20 sayfa çıkarılan bir ilçe gazetesinin bireyde yaratabileceği kişilik bozukluğunun derecesi ne olabilir? Beni tanımayanların cevabı "hiç" olabilir, tanıyanlar ise "üfff yine mi aynı konu" diye yazıyı burada bırakıp "photoggraf" blogumuzdaki güzel fotolara bakmaya devam edebilir.

Peki benim cevabım ne? Gazetenin hazırlık aşamasındaki son günlerde yaşadığım ve yaşattığım stresin haddi hesabı yok. Kimi yerde haklı kimi yerde abartılı verdiğim tepkiler, çevremde yarattığım -radyoaktif akımların verdiği hasar derecesindeki- elektrik yükü için birilerinden özür dilemem gerekiyor mu bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa, o da; bu konuda gerçekten "hırslı ve kararlı" olduğum. Aslında hırstan öte bir "korku" olmalı bunun arkasında yatan neden. İşi kaybetme korkusu, azar işitme korkusu, hata yapma korkusu... Ama öyle değil, gerçekten öyle bir şeyden korkmuyorum. Söz verilen zamanda, söz verilen nitelikte bir iş çıkarmak için gerçekten hırsımın sınırlarını zorluyorum. Kime söz verildiği, karşılığında ne alındığı, değip değmediği hiç önemli değil. Önemli olan tek şey "iyi iş ve doğru zaman". Bunun doğru bir tavır olduğunu savunmuyorum, yalnış anlaşılmasın. Tam tersi ruhumu sıkan bu süreçte nasıl rahatlatırım kendimi; onun yollarını arıyorum. Belki yine abartıyorum. Yok, yok abartmıyorum, çünkü her ay bunu yaşıyorum. Her ayın bir haftası bu stresi yaşayarak, bir haftası da bu stresten kurtulmaya çalışarak geçiyor. Bugün işe gelirken de bu konuyu düşündüm, zira gazete bitti ve ben kendimi yine rahatlatmaya çalışıyorum.

Acaba seviyorum muyum ben bu stresi, sorun yaratmayı, ruhumu daraltacak gerginlikler yaşamayı?

Yoksa hava mı çok kötü? Kış aylarının gelmesi, gündüzün erkenden bitmesi, yani havanın erkenden kararması, üşümek, üşümek, üşümek... sinirlerimi mi bozdu? Pireyi mi deve yapıyorum, deveyi mi pire? yoksa bu atasözü böyle değil miydi? Tanıdığınız iyi bir terapist var mı? Geçecek geçecek, ayın 20'sine kadar da bi daha uğramayacak. Bir kaç günü kaldı. Ha gayret!...