Salı, Ağustos 30, 2005

pek yakında

sonunda işlerim bayağı bi hafifledi. şimdi de kendimi zuma adlı oyuna verdim. aynı renkli topları çiftleştirip aslında üçleştirip yok etmekten vakit bulursam aklımda buraya not düşeceğim bir sürü konu var.
haftaya oldukça rahatlıyorum. canım, biricik blogumla ilgili yapacağım düzenlemeleri haftaya erteledim.. onu çeşitlendirip, renkli oyalarla süsleyeceğim. belirli başlıklar belirleyip, güzel fotoğrafları sergileyeceğim. içimden geçenleri teşhir ederek, sanki herkes beni okuyormuş gibi egomu tavana vurduracağım..
ey siz sevgili okuyucularım, sevenlerim, sevilenlerim.. beni izlemeye devam edin :) :) :) :) beklediğiniz blog pek yakında, bu adreste...

Salı, Ağustos 23, 2005

zirvede ekip ruhu


bir dönem odtude birlikte dağcılık yaptığımız bir grup arkadaş -biri de lise arkadaşım- himalaylarda 35 metrelik Gasherbrum II'nin zirvesine çıkmayı başaran ilk Türk ekibi olmuş. "İlk Türk" olmaları bence önemli bir vurgu değil ama "ilk türk ekip" olmaları oldukça önemli...
valla gurur duydum.
"dağcılık bireysel yapılır, bireysel bir tatmindir, hırstır, boktur, püsürüktür..." diyerek ortalıkta şovmenlik yapan nasuh mahrukiye kapak olsun diyorum, başka da birşey demiyorum. işte budur...

http://www.milliyet.com.tr/2005/08/20/cumartesi/acum.html

Pazartesi, Ağustos 22, 2005

4 nikah 1 cenaze 1 bebek

bu yaz aylarına sıcaklar ve nikahlar damgasını vurdu diye söyleniyordum ki acı bir haberle sarsıldım. 8 yaşında bir meleğin gökyüzüne uçtuğunu öğrendim. 6 aylıkken hastanelerle, kemoterapilerle tanışan Atakan Şahin hayata veda etmiş. ailesi atakanı iyileştirebilmek için öyle bir mücadele destanı yazmıştı ki ölüm bu güzel meleğin yanına bile yaklaşamaz diye hissediyordum. üzüldüm.. çok üzüldüm.. ama insanın tükendiği nokta işte... aileye sabır dilemekten başka yapabilecek hiç birşey yok..

4 nikah mevzusuna gelince.. bu yılı "dünya çiftleşme yılı" ilan ediyorum. çevremdeki bilumum arkadaşımın üst üste evlilik haberlerini almamamın da tek nedeni bu.. yanlış anlaşılmasın, kesinlikle yaşlanmadım.. birinin nikahında bir başkasından mesaj geliyor, bilmem hangi gün, bilmem hangi yerde evleniyorum, seni de bekliyorum... yürüyün behhh.. kim tutar sizi.. çiftleşin, üreyin.. soyunuzu devam ettirin. yakında evli çiftler kendi aralarında görüşmeye ve benim gibi bekar kalan ve kalacak olan arkadaşlarını da yanlarından uzaklaştırmaya başlar herhalde. bir kadeh şarap eşliğinde akşam yemekleri, üzerine çay kahve, tatlı, meyve.. sohbetler.. hatta bir süre sonra ortalıkta dolaşan çocuklar.. ve dışlanan bekarlar... hoşgeldin yeni yalnızlıklarım..
hayır korkmuyorum.. hiç olmadı; ben de bir kedi alır, onunla sallanan sandalyemde yaşlanırım.

çocuk deyince... bu yazın sonunda bir de bebek bekliyoruz arkadaş ortamına.. kendisi de zaten çocuk olan bir arkadaşım bin bir türlü çelişkilerinin ortasına bir de bebek düşürecek. hadi bakalım hayırlısı.. merak içerisindeyim..

günün itirafı: cumartesi akşamı lise arkadaşımızın düğününde iki tane hatun önce çiçeği almak için birbirimizle, daha sonra da gelin simini alabilmek için 3 yaşındaki bir çocukla çekiştik. ben iki çekişmede de artanlarla yetinmek zorunda kaldım. şimdi haksız mıyım, kedi ve sallanan sandalye fantezisinde...

Cuma, Ağustos 19, 2005

kim bunu dert edinir bilmem ama?

biraz önce yazımı yazarken, ntv'de haberler slaytlarla birlikte akıyordu; kulağım bir yandan da orda.. yeni bilmem ne yasasıyla şu olacak, bu olacak, bilmem ne kadar ceza verilecek...
sanki herşey olmuş bitmiş...
şimdi, bi tane milletvekili, -yada birkaç tane, yeter sayısı kaçtır ben bilmem doli-incapax bilir- bir yasada değişiklik yapmaya karar verip bir tane taslak hazırlıyorlar.. bizim acar muhabir mecliste öyle boş boş dolaşıp, milletvekillerile geyik yaparken taslağı buluyo, pişkin haber müdürü üstüne atlıyor, zihni sinir grafiker slaytları hazırlıyor, zavallı spikerimiz de sanki herşey olmuş bitmiş gibi haberi sunuyor; yandınız, sıçtınız, yere tükürürseniz şu kadar para cezası ödeyeceksiniz, pankart asarsanız bu kadar cezaevinde yatacaksınız, vs.vs.

biz de saf saf dinliyoruz. sonra arkadaş muhabbetlerinde hele ki bu muhabbette hukukçular da varsa, "duydun mu yanmışız biz" diyerek rezil oluyoruz. niye? çünkü o taslak daha alt komisyona gidecek, sonra komisyona, sonra genel kurula, sonra cumhurbaşkanı onaylayacak, bakanlar kurulu onaylayacak, resmi gazetede yayınlanacak.... - sırayı karıştırmış olabilirim- yasa yürürlüğe girecek. ha bi de bütün bu aşamalarda aynı acar muhabirimiz ilk yaptığı haberi yeniden yeniden önümüze sunmuyor mu? sunuyor. biz saf vatandaşlarda her seferinde "ya bu yasa geçenlerde yürürlüğe girmemiş miydi" diye kendimizden şüphelenmiyor muyuz? şüphelenmiyoruz, çünkü ben artık hepinizi uyarıyorum.
haberleri dikkatli dinleyin, yarı kulağınızı vermeyin, haberin başında bir kez geçen taslak sözünü ve taslağın hangi aşamada olduğunu atlamayın, rezil olmayın...

ha yine bi de, ( o zaman da çok sinir olmuştum) gazeteciler bazen bu yaptıkları uyanıklığa kendileri de inanıyor ve rezil oluyorlar. yeni tck yürürlüğe girmeden, yine aynı şekilde şöyle olacak, böyle olacak diye haber yaparken, hiç birinin aklında bu yasanın henüz taslak olduğu ve müdahale edilebilinecek noktada olduğu gelmemişti. taaa ki yasanın gerçekten yürürlüğe girmesine bir hafta kalana kadar.. akılları başlarına geldiğinde, manşetlerden isyan ettiler; "Bu yasa bizi mahvedecek, kahredecek" a be salaklar, daha önce aklınız nerdeydi?

kaç kişiyiz acaba?

bugünlerde çocukluk anılarımla boğuşuyorum. dedem yıllar önce anılarını kaleme almıştı. abimin bir arkadaşı kitabı basmaya karar verdi. yayınevi sahibi tanıdık olunca, kitabın düzenlenmesi için benden yardım istedi. ben de bir haftadır kelime kelime çocukluk anılarıma gömüldüm. hayatım film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti anlayacağınız. bayağı yaşlandığımı hissetttim aslında. unutmuşum. bir yandan teknik bi takım düzeltmelerle uğraşırken, yok efendim virgül sonrası boşluk, cümle başı büyük harf, paragraf arası 2 punto, vs. vs. ... bir yandan da izlediğim eski bir filmi yeniden izliyormuşum da, izledikçe hatırlıyormuşum gibi... bir çocuk için pek de anlaşılır geçmeyen o yıllara döndüm.

kitap, bu sene 25. yılını kutlayacağımız (!) 12 eylül sonrası cezaevine giren dayımın ve arkadaşlarının içeride yaşadıkları sıkıntıları ve bu sıkıntıları kamuoyuna duyurmaya çalışan anne ve babaların (sadece dedem varmış aslında baba olarak) o dönemki mücadelelerini, anılarını içeriyor. darbe dozer gibi ezmiş geçmiş bizim aileyi. 100 sayfalık kitabı noktası, virgülüne kadar düzeltirken araya gözyaşlarımı serpiştirdiğimi de itiraf edeyim bari.

ya ne kötü bişey aslında. bi yandan da güzel. öyle bir dünyada büyüyorsun ki, inanılmaz kalabalık; eve giren çıkan belli değil, yoğun; haftada bir gün görüş, üç gün mahkeme, alınacak kitaplar, yıkanacak, ütülenecek kıyafetler, tedirgin; ya dedemi de içeri alırlarsa, ya dayım hiç çıkmazsa, koşuşturmacalı; ihd'deki kimisi eğlenceli, kimisi ağlamalı toplantılar, görüş öncesi alışverişler... büyüyorsun, bilerek, görerek, anlayarak, bir sürü insan tanıyarak. sonra okula başlıyorsun, başka başka insanlar tanıyorsun.. bakıyosun, kimse senin gibi yaşamıyor. herkesin çekirdek bi ailesi, okulu, en fazladan bi tane evcil hayvanı var. senin için dağ gibi büyük olan sorunlar, o koskoca dünyayı kimse tanımıyor, bilmiyor ve erkenden tanışılan "öteki olma" duygusu.

çok merak ediyorum. kaç kişiyiz acaba? şu anda 20li yaşlarının sonunda olan, tüm çocukluğu cezaevi kapılarında geçen, resmi ve dini bayramları sadece açık görüş olarak algılayan, büyürken olgun olmak ve her daim ailesini anlamak zorunda kalan, okula başladığı gün ilk öğütünü, "sakın ha sol görüşlü olduğumuzu, dayının cezaevinde olduğunu kimseye söyleme" diye alan, haftada bir gün okuldan gizli gizli kaçıp dayısını, amcasını, babasını 5 dakika görmek için şehrin öbür ucuna doğru yola çıkan, her biri cezaevinde yakını olan, kendileri de cezaevine girme tehlikesi içinde yaşayan bir kalabalığın içinde büyüyen ve böyle bir ortamda, 12 Eylül sonrası x kuşağı-y kuşağı arasında gelişmiş ve aslında bölünmüş bir kişilikle hayata tutunmaya çalışan kaç kişi var?

Çarşamba, Ağustos 17, 2005

çok sıcaaaaakkk

sıcak.... çok sıcak.. ve çok yoğun. ben artık emekli olmak istiyorum düşüncesiyle ssk.gov.tr adresine girerek kaç günüm kalmış diye baktım. 18 küsür yıl.. 18 sıcak yaz.. geçer mi acaba..

sonunda inandım bu yıl kesinlikle son bilmem kaç yüzyılın en sıcak günleri yaşanıyor ve ben son bilmem kaç yılın en yoğun günlerini yaşıyorum. yaz vakti ölü vakittir aslında di mi? insanlar tatile gider, işler yavaşlar, devlet dairelerinde memur bulamazsınız işinizi yaptıracak.. ama benim bitirmem gereken bir sürü, bir sürü, bir sürü işim var.. yetmiyormuş gibi bende bi de yaygın ankiseyete bozukluğu var.. yaaaa.. annamadınız di mi.. valla benim de bildiğim ve anlayabildiğim tek tıbbi terim. yani yoğun endişe (kaygı) bozukluğu..
yani ben şimdi nasıl hissediyorum, nefesim daralıyor, bunalıyorum, boğuluyorum.. çünkü BU İŞLERİN HİÇ BİRİNİ YETİŞTİREMEYECEĞİMİ HİSSEDİYORUM... gözümü kapattım mı üzerime çuvallanmış, "beceremedin, bitiremedin" diye bağıran "zuhahahha" diye gülen insanlar görüyorum.. bu arada da sırtımdan şıp şıp terler damlıyor. çok sıcaaaaaaaaakkkkkkkkk...

Çarşamba, Ağustos 10, 2005

ilk link

yavaş yavaş çözüyorum blog olayını... ilk linkimi de verdim: doli incapax
tahmin edileceği üzere, kafama blog hazırlamayı sokan arkadaşın.
itinayla takip edilmesi tarafımdan önerilir..

merhaba


merhaba kuşlar, böcekler, insancıklar, sevgi kelebekleri...

aylar aylar önce bir arkadaşımın, doli-incapax'in kafama soktuğu, sokup sokup çıkarmadığı, sinsice her konuşmamızda araya sıkıştırdığı blog açma deryasına ben de kendimi kaptırmış bulunmaktaydım. bu konularda sosyal fobik bir insan olarak ne kadar devam eder bu sevda bilemiyorum. ama elimden geldiği kadar çok hayran kitlesi yapmak için çabalayacağıma söz veriyorum. aslında elimde bi kaç tane hayran kitlesi var ama neden daha çok olmasın di mi??

peki bu sayfalarda ne olcak??

neyse böyle bi geyiğe girmeyeyim. meslek hastalığı aslında bu.. ben bir gazeteciyim.. vay be!!!
çok iddialı oldu.. en iyisi gazeteci olma yolunda ilerleyen bir böceğim diyeyim. huysuz bi böcek.. herşeyden kıllanan nevrotik bir böcek de denebilir tabi.

bu iş en çok çevremdeki yakın arkadaşlarıma yarayacak galiba.. belki içimdeki enerjiyi buraya aktarabilirsem onlar da biraz kafa dinlemiş olur. zira sosyal fobik olabilirim ama bi başladım mı da susamıyorum. maalesef..

öyle aklıma estikçe yazarım artık..