Cuma, Eylül 30, 2005

foto albüm

Elimize makineyi aldık mı durmuyor durmuyor durmuyorduk. Hele ki dijital makineler çıktıktan sonra mertlik iyice bozulmuştu. Birbirimizi geç mi bulduk, tam zamanında mı orasını bilmiyorum ama birçok paylaşımın yanında an'ı dondurmak açısından oldukça başarılı bir ekip olduk.

Elimizden bir tutan olsa, hiç durmayıp dağ tepe, şehir şehir, ülke ülke gezip yığınlarca anı, binlerce kare biriktirmeye hazır hale geldik. Şimdiye kadar biriktirdiklerimizi ne yapsak ne yapsak diye düşünürken, blog çılgınlığına onları da kaptırdık. Artık bir blog albümümüz var:
http://photoggraf.blogspot.com/


Birbirinden habersiz çok zaman geçirmiştik
Bir gün bir araya geldik
Paylaştık, paylaştıkça çoğaldık
Sığmadık içimize
Patlamaya hazır bombalardık
Çok azı da olsa bunları dökmeliydik bir yere
Bunlar gözünüzün kamaşacağı ilk ışıklarımız,
Patladık…

posted by zebani kenobi

Cuma, Eylül 23, 2005

çetelemeli mi çetelememeli mi?

Ben bir çete üyesiyim. Korkunç bir çete, çünkü hatunlardan oluşuyor. Soran, sorgulayan, her şeyi en ince ayrıntısına kadar irdeleyen hatunlardan.

"Neden?": Ana sorumuz bu. "Acaba": İhtimallerimiz bunun üzerine kurulu. "Olsun": Zırhlarımız bunun üzerine geçirili. Bu kadar çok konuşarak iyi mi yapıyoruz, kötü mü bilmiyorum. Aslında biliyorum;

İyi yapıyoruz, çünkü hayatta anlamlandıramayacağımız bir sorun kalmıyor. Bir konuyu bütün yönleriyle sorgudan geçiriyoruz. Üzülüyor muyuz, Neden?, mutlu mu oluyoruz, Neden? Bazen cevap bulamıyoruz, Acaba'ya geçiyoruz. Acaba şöyle olabilir mi? Dünyanın en kötü insanı, en iyi hale gelebiliyor yada başka birilerine anlatamayacak kadar kötü yaşanan bir birliktelik, bir şans olarak değerlendirilebiliyor. Birbirimizi ezip geçdiğimiz de oluyor, onardığımız da.

Kötü yapıyoruz, çünkü çayı soğutuyoruz. Yani içmeden önce çay üstüne o kadar çok konuşuyoruz ki çay soğuyup çay olma özelliğini yitiriyor. Yaşadıklarımız hakkında o kadar çok soru soruyoruz ki, hayat doğallığını yitirmeye başlıyor. Normal insanlar gibi kaderimize razı olup oturmayı, ağlamayı, sevinmeyi unutuyoruz. Hep bir "acabamız" var çünkü. Hikayenin başka tarafları var. Hikayenin korkunç ve güzel tarafları var.

Çetenin en kötü sonuçlarını da çevremizdeki erkekler yaşıyor galiba. ellerinden gelse bizi yanyana getirmeyecekler ama nafile bizim ayrılmaya hiç niyetimiz yok. :)

kısa kısa ama uzun yazı

İlk kelimeyi yazana kadar herşey çok zor. Oysaki gece uyumaya yakın ne kadar güzel yazılar geçiyor aklımdan. bilgisayarın başına geçince puuufff, uçuyor, gidiyor. ilk kelimeyi bulunca da noktayı koymak zor oluyor benim için, bakalım bu yazı ne kadar uzun olacak:

kısa kısa, aklıma takılanlar...

- herkesin ağzında bir yüzdelik hesap; yüzde 90 eminim, yüzde 20'si karşıdır, yüzde 99 anlamadı, yüzde 50'si aldatıyor vs. vs... kim ölçüyor bu oranları? nerden ediniliyor bu yüzdelik dilimler. anlamamanın yada emin olmanın yüzdesi nasıl hesaplanır? bi de varsayımımızı neden yüzdeyle güçlendirmek zorundayız? kendi lafımıza biz de mi inanmıyoruz.

- dolmuştan inerken en doğru cümle hangisidir? müsait (uygun) bir yerde... -şoförün aklından ne geçiyordur acaba, müsait bir yerde ne?-, müsait (uygun) bir yerde inebilir miyim? -şoför hayır derse ne yapmalı?-, yol ağzında... -fazla mı erotik, ben mi fesatım-, köşe başında lütfen? -çok kibar oldu be!-
Çok mu bağırdım, neden herkes bana bakıyor, sosyal fobik miyim ne?

- mc donalds'ın tavukçuzade niyazi reklamından nefret ediyorum. -şu anda ekranda da-

- telsim'in engin günaydınlı reklamındaki "uçaktan atlamam" dediği andaki yüz haline çok gülüyorum. onun dışındaki bölümünü hiç sevmiyorum.

- bi de reklamlarda televizyonun sesi birden iki kat artıyor. beynimde davullar çalmaya başlıyor. ondan da nefret ediyorum.

- televizyonu ziraat içerikli diziler sarmaya başladı. rüzgarlı bahçe, maki, misi, beyaz gelincik... pamuklar, asmalar, değirmenler, bağlar, bahçeler... ekolojik turizmden sonra, ekolojik dizi dönemi. ben rüzgarlı bahçeyi tuttum. vatana, millete hayırlı olsun.

- dediğim gibi Savaş Ay'da Ata var... ama A Takımının farklı yorumuyla... münasip bir yerimle gülüyorum.

- hiç, bir ve şey kelimelerinin ikili koalisyonunun hangisi bitişik, hangisi ayrı yazılıyor, karıştırıyorum. kafamda kodluyorum, ama kodunu unutuyorum. her seferinde word'ü açıp kontrol ediyorum. mesleğim yazı-çiziyle ilgili olmasa aldırmayacağım ama sonuçta rezil olmak da var.

- yazıya zor başlıyor zor bitiriyorum. konuştuğum gibi yazıyor, yazdığım gibi konuşuyorum. :)

Çarşamba, Eylül 21, 2005

show must go on


Tam tahmin ettiğim gibi Ata'nın ölümü üzerine "Show dünyası" kendini tartışmaya başladı. Ekranı psikiyatristler, iletişim bilimciler, gözetlenen yarışmacılar kapladı.

Medya Takip Merkezi'nin araştırmasına göre Ata Türk'ün cenaze töreni ile ölümü, 20 televizyon kanalında, 127 kez haber oldu. Ata'nın öldüğü 18 Eylül'den düne kadar 9.5 saate yakın Ata Türk haberi ekranlara geldi; bunlardan ana haber bültenlerine düşen zaman dilimi ise 3.5 saatti.
(milliyet)

Milliyet, televizyonların haber müdürlerine "Neden?" diye sormuş. En delikanlı cevabı Flash Tv Haber Müdürü Gökhan Taşkın vermiş: "Ata'nın cenaze haberine 30 dakika yer ayırdık. Bu haberi bu kadar geniş görmemizin altında reyting kaygısı vardı. Topluma mesaj verme çabasının bir işe yaramadığını, bir gün önce Show TV'nin Ata'nın ölüm haberleriyle elde ettiği reyting başarısı bize gösterdi." Taşkın, delikanlı olabilmiş ama adam olabilmiş mi sorgulanabilir tabi.

Bu tartışmalar yumurta tavuk hesabına döndü. Bir show başlattık, bir "şöhret" yarattık, ortamlara saldık, peşine kameraları taktık, sonra başka bi şöhret yarattık, eskisini unuttuk, eskisi öldü, sonra tekrar eski şöhretimize döndük, önce olayın nedenlerini araştırdık, suçluyu bulduk; "Sabun Şöhret", sonra kendimize döndük, hemen uzmanları bulduk, tartışmaya başladık, aydınlandık, o konuyu da tüketince niye bu olayın bu kadar gündemde kaldığını tartışmaya başladık, ve bir sonuç ortaya çıkardık;

SHOW MUST GO ON...

Salı, Eylül 20, 2005

111 kadın fotoğrafçı


111 Kadın fotoğrafçı bir basın kampanyası, bir açık artırma ve bir sergiyle “Kadına Karşı Şiddet’e Hayır” dedi. Mayıs ayında, Darphane-i Amire'de fotoğraflarını satan ve açık artırmanın 11 milyar TL'ye yakın gelirini Mersin Bağımsız Kadın Dayanışma Derneği’ne kaynak olarak aktaran kadın fotoğrafçıların sergisi; 23 Eylül’e kadar Galata Fotoğrafhanesinde... Fotoğrafları sanal ortamda görmek ve proje hakkında bilgi almak için; http://www.kadinlaricin.org

Artık bir noktada bir şeylerin değişmesinin vakti geldiğine inandığımız için bugün buradayız. Bizler fotoğrafçıyız. Karelerimizle anlatırız dünyamızı. Elimizdeki en değerli varlıklarımızdır onlar. Kameralarımız hayatımızın vazgeçilmez bir parçasıdır. Ürettikçe büyürüz. Kendimizi tanır, benliğimizi buluruz. İfade edebiliriz. Anlatabiliriz. Şimdi de bu güçlü malzemeyi değiştirmek için kullanıyoruz. En değerli varlıklarımızı satıyoruz ki, bizim kadar şanslı olmayanlara destek olabilelim.”

Ata üzerine

Yazmadan duramayacağım. Televizyon camiası kendi elleriyle büyüttüğü bir şöhretini daha extacy'e kurban verdi. Tahmin ediyorum ki ileriki günlerde Savaş Ay bununla ilgili geniş bir program yaparak; çarpıcı açıklamaları, son görüntüleri, sürpriz tanıkları ekrana getirecek, psikiyatristlerle konuyu enine boyuna irdeleyecektir.

Ama olayın başka bir yönü var ki Ata'nın ölmesi, televizyonun beynimde yarattığı sanal dünyayla yüzleştirdi beni. Televizyonda yapılan tüm programların belli bir senaryo üzerine kurulmuş olduğuna kendimi o kadar çok inandırmışım ki bir ölümle dalga geçiyorum iki gündür. Çocuğun öldüğüne inanmıyorum; "reklam ölümüdür bu" diye düşünüyorum. Sanki şöhretleri sönünce annesiyle oturup böyle bir oyun hazırlamışlar gibi geliyor. Yazık valla yazık... Bize de yazıııık, roller dağıtıldıktan sonra özüne dönemeyen o insanlara da yazık...

Konuyu fazla uzatmadan sözlerimi şöyle bitirmek istiyorum: "Ata ölmedi, showumuzda yaşıyor"

yaman çelişki

Bu ne biçim bir dünya düzenidir yaaa... Ülke sınırları içinde sağ görüşlü bir partinin başkanı ama ülke sınırları dışında sosyal demokrat bir partiyi destekliyor; "AB için hayırlı bir netice çıkmıştır" diyor Sayın başbakan. Kendi ülkesinde solcuların, deyim yerindeyse, anasını ağlatan beyfendi, başka bir ülkedeki seçimlerde gösterilen "sosyal demokrat" tavrı, "Tüm siyasetçiler örnek almalı" diye değerlendiriyor. Bu ne biçim bir çıkar ilişkisidir... Bu ne biçim bir yaman çelişkidir... Kafama takıldı öylesine...

Cuma, Eylül 16, 2005

--- entel dantel kına ---


bir ara söylemiştim bu yaz düğünlerle geçti diye; 24 Eylül'de final yapıyoruz. Üniversiteden iki arkadaşı evlendiriyoruz. Dün akşam 5 hatun kendi aramızda kına gecesi yaptık. çok entel-dantel oldu kınamız.

- kınanın enteli nasıl olur?

- Şöyle olur; hint kınası, alman taşı ve oksijen karıştırılır. Bir şeklin şablonu aydınger kağıda gazlı kalemle çizilir. kına yapılacak bölgeye Roll-on -bulamazsanız deodorant da oluyor. tecrübeyle sabittir- sürülür. üzerine şablon yapıştırılır. vücuda nükseden şeklin üzerinden sivri uçlu bir nesneye alınan karışım nokta nokta nakşedilir. bir saat geçince kınalı bölge yıkanır.
(bravo bildiniz... bu işleme aslında geçici dövme denir. ) bu arada akla estikçe farklı detone tonlarda "yüksek yüksek tepelerden" adlı geleneksel kına türküsü söylenir. şarkının sözlerini kimse tam olarak bilmediği için, akla estikçe, hatırlanan bölümler tekrarlanır.

valla çok keyifli bi akşam geçirdim. elimizde çubuklar, önümüzde şekiller; bi oramızı bi buramızı, elimizi, kolumuzu, sırtımızı çızıktırdık durduk gece yarısına kadar. şu bele yapılan seksi motiflerden de yaptırdım itiraf ediyorum. gerçi, havalar soğudu, belimi açıp, seksepalitemi arttıramıyorum ama olsun... ondan da eksik kalmamış oldum, mutluyum, huzurluyum...

foto not: tabi ki böyle bir motifi dövmeleyecek bir yetenek aramızda yoktu. ama olsaydı çok hoş olurdu. çok güzel bi figür...

şimdilik bu kadar

neler neler denemedim ki; morun neredeyse bütün tonlarını, kontrastlarını, sıcaklarını soğuklarını... olmuyor, olmuyor, olmuyor... mor ekranda güzel durmuyor; parlıyor, göz kıstırıyor, buhran etkisi yaratıyor.

gelen yoğun talep üzerine beyaza döndüm ben de. başladığım noktadan farklı olarak yazıları mor yapmak da karar kıldım. şimdilik bu kadar. daha fazla uğraşmayacağım renklerle. çünkü artık çalışmam lazım. neredeyse bir haftadır blogla uğraşıyorum. siz fark etmiyorsunuz belki ama, deneme tahtası gibi, yapıyorum, bozuyorum, yapıyorum, bozuyorum.

gazetem beni bekler, bu kadar yeter!

yazılarım devam edecek haaaa! yanlış anlaşılmasın :)))

ikbal'i durdurun



biri bu kadını durdursun.. biri ikbal denen ağlak gözlü, "her işi yaparım, TRT'nin tüm kanallarını sabah akşam işgal ederim, yeter ki bana ağlama fırsatı verin" kadınını durdursun.
Sabah işe gelir gelmez ilk işim televizyonu açmak oluyor. ve maalesef ki her sabah ilk karşıma çıkan İkbal denen sevgi yumağı oluyor.
Bugün de oğlunu çıkarmış programa. Güya kendisi de konuk. ne enterasan bi fikir olmuş. ne oricinal. evlenecekmiş, onu anlatıyor; "Oğlumun bir babaya değil bir arkadaşa ihtiyacı var artık. oğlum seni seviyorum. -oğlum'a da bir gençlik programı düşer mi ki acaba şu TRT hazinesinden-" tüylerim tiken tiken oldu. reytinglerim tavan yaptı.
hayır, bi de, bi sürü saf salak kadın ağızları bir karış açık, gözleri ağlamaya hazır, hayran hayran bu kadını izliyor ya.. memleketim kadınlarının kanaat önderi oldu çıktı haspam. bir kez daha söylüyorum biri bu kadını ve sel olan gözyaşlarını durdursun, sinirlerim harap oluyor her sabah.

Perşembe, Eylül 15, 2005

blogumla iştigalim

iki gündür blogla yatıp blogla kalkıyorum. tipini değiştirmek için kodları çözmeye çalışıyorum. sonunda renklerini değiştirdim. ama pek beğenmedim.
mor rengini çok severim, onu denedim, ama ekranda pek güzel durmuyor. çalışmalarım devam edecek... önerileriniz varsa kabulümdür.

Çarşamba, Eylül 14, 2005

blog çılgınlığı büyüyor

bana zorla bulaştırılan, -çok keyifli itiraf ediyorum- blog çılgınlığını ben de hızla yayıyorum. İki arkadaşıma daha bu hastalığı bulaştırmış bulunuyorum. hoşgeldiniz pekmen ve canitez.

günlük niyetine bi yazı

Çocukluğumda ayrı odam olmadığı için hayatım salonda geçti, sokakta oynamayı da sevmezdim. Abim hepimiz adına kitap okurdu, sağolsun. Dolayısıyla tam bir televizyon çocuğu oldum. Buz pateni müsabakalarından, tarımla ilgili programların skeçlerine kadar herşeyi izledim.Televizyon izlerken ders çalışma alışkanlığım dillere destan bile olmuştu o zaman. Hatta dayımın cezaevindeki arkadaşlarından biri bununla ilgili bi karikatür bile çizmişti.

Peki pişman mıyım? Hayır tabi ki... çünkü eğleniyorum, hep de eğlendim.

diyeceğim şudur ki, eylül ayı itibariyle dizi sezonu başladı. Artık ortamlardan erken kalkıp, dizi ayarlı yaşama vakti benim için geldi.

Yeni dizileri irdelemeye de yakında başlarım... Ama geçen sezondan kalan bir "Aliye" vardır ki, vazgeçilmezim. Dün annemin "yeni bölümünü yayınlayacaklarmış" yalanıyla bir heves oturdum televizyonun karşısına ama Atv yapacağını yaptı, yayınlanan son bölümünü yeniden önümüze koydu. Tahmin etmeli, annemin beni eve erken getirmek için yalan söylediğini anlamalıydım.

Maçı izleyeyim bari dedim, açmamla Fenerbahçenin gol yemesi bir oldu. "Bir anlık hata, bir anlık hata, o adamı tutmazsanız olacağı budur" diye bağırıyordu spiker. İçimden bir kötülük yapıp, Fenerbahçeli bir suskuna, "Bir anlık hata" diye mesaj göndermek geldi, ama vazgeçtim.

Sonra TRT'de, ağdalı türkçeli, saçmasapan bir diziyi sırf, annemin "sonu ne olacak acaba, izleyecek başka birşey yok" ısrarları üzerine izlemek zorunda kaldım. Bu arada 3000 parçalık puzzle'mın hemen hemen 20 parçasını daha birbirine uladım. Nerden nereye geldim, yine çok uzun yazdım.

ne manşet!

Basında bugün yorumlarıma bi de Sabah gazetesinin manşetini ekleyeyim istedim. Gazeteleri düzenli takip etme şansınız var mı bilmiyorum ama, Sabah; ara sıra 'Dünyayı yeniden keşfeder'
Bir zamanlar bizzat, çalıştığım bir kurum olması sebebiyle, çok iyi biliyorum ki, elinize gazeteyi alınca ilk tepkiniz "eeee????" olur. Manşeti yazan muhabirlerin bile şaşaladığına çok şahit oldum valla.

Vesselam, bugün yine süper manşet atmış:Papa Sancısı... Papa'nın Türkiye'ye geleceğini sanırım iki hafta önce Milliyet'ten okumuştum. İki haftadır bir çok gazetede Papa'nın gelişiyle ilgili problemler yazılıp çiziliyor. Dolayısıyla yeni bir şey var herhalde diye manşeti bi okuyayım dedim, hiçbir şey yok, konuyla ilgili duymadığımız, bilmediğimiz yeni bir tane bile ayrıntı yok. Hatta aynı haber satırı satırına dün Hürriyet'te vardı. Gözümü yordum, zamanımı harcadım o kadar.

Haberin duayeni Ergun Amca, gündemi iki gün sonradan takip etmeyi bırakıp, gündem yaratmaya ne zaman başlayacaksınız merak ediyorum.

beyni bakire olmalı (????)

Türkiye'nin ilk sosyete ekini veren Bugün gazetesine değinmiş, irdelemeyi sonraya bırakmıştım. Aslında o zaman ki tepkim reklamlarda oynayan çocuklara dağıtılan rollerdeydi. Gözlüklü ve baba rolündeki çocuk; ana gazeteyi, anne rolündeki; ilk sosyete ekini, genç rolündeki erkek çocuğu da; spor gazetesini duyuruyordu çığıra çığıra... neyse o gündemimden düştü.

Bugün, merakla "bugün"ü elime aldım. İlk dikkatimi çeken ana gazetenin de sosyete ekinden farklı olmamasıydı. Onu geçtim. Geçtim de ana sayfadaki bi ananso takıldım kaldım. Kendisine yarım sayfa köşe verilmiş Şebnem Özuzcan adlı güzel kızımız küçük büyük herkesin sevgilisi Emrah adlı ses sanatçımızla (ne kadar ünlem koysam, nereye koysam bilemedim) röportaj yapmış. Emrah'ın seks hayatıyla ilgili, bölüm manşetine çekilen çarpıcı açıklamaları şöyle bitiyor;

-Bakire olması sizi ne kadar ilgilendiriyor?
-Hiçbir erkekle birlikte olmamış ve kendini o güne kadar benim için saklamışsa saygı duyar ve çok mutlu olurum. Ama bakire değilse de benim için hiç önemli olmaz. Benim işim altıyla (bu kelime ilk sayfada 'altyapısıyla' diye geçiyor) değil, üstüyledir. Beyni bakire olmalı. En önemlisi bu değil mi?

ya ne yazılır ki bunu üstüne... yorum yapılabilir mi?
- kim senin için neyini saklasın, niye saklasın, bi gün biri karşına çıkıp "ben senin için bekaretimi sakladım" derse ne yapmak lazım. saygı duyup, çok mutlu olup, mutluluğa mutluluk katmak için bi otele gitmek mi? yoksa evlenmek mi?
- peki otele götürdükten sonra kimse saygı duymasın mı o kızcağıza? (Pardon o artık kadın oldu...)
- bakire olmaması madem hiç önemli değil, neden ona da saygı duymuyosun, üstüne basa basa benim için hiç önemli değil açıklaması yapıyosun, be adam. bu ne tezatlıktır.
- asıl bomba: beyin nasıl bakire olabilir?
- Yarım sayfa köşesi olan araştırmacı gazeteci güzel kızımız nasıl böyle bir soruyu sormaz ve
- bu talihsiz ama çarpıcı(!) açıklamayı olduğu gibi bastırır?

yetkililerden beni duyan varsa cevap istiyorum, hemen şimdi!

Salı, Eylül 13, 2005

ikinci bahar

yıllarca unutmadım, o dönem içinde bulunduğum aciz, umutsuz, biçare durumdan mıydı bilemiyorum ama kafama kazınmıştı bu replik:
- seni hep seveceğim, ölünceye kadar...
- seni hep seveceğim, öldükten sonra bile...
dün yine izledim, tarihin benim için nasıl tekerrürlerden ibaret olduğunu bir kez daha hatırlattı. arka arkaya söylenmiş iki cümle olarak çok "banal"(!) dursa da, o güzel senaryonun finalinde, Şener Şen ve Türkan Şoray yorumuyla taşı bile eritecek bir şekle bürünen bu cümle yine içime işledi.

linç harekatı

memleketim linçe geldi, linçsedi... eskiden 5 kişi bir araya gelince eylem yapacaklar diye korkulurdu.. artık 5 kişi bir araya gelince kimi linç etsek, taşlasak diye hesap yapıyor. Tinerciler, katil zanlılar, pkkliler derken fuhuş yaptığı iddia edilen(!) kadınlar da linçten zor kurtuldu.

Halkımda nereye akıtacağını bilmediği bir enerji birikimi var sanırsam.
Belki de gezici linç timleri vardır; hani şu durmadan yeniden yazılan senaryolarda figüranlık yapan tipler. belki onlar yeniden toplandı, harekete geçti:
- Saatleri ayarlıyoruz... eveeett... bugünkü linç mevkimizi bildiriyorum... İzmir, Konak, Yeşilyurt semti, yalnız yaşayan iki kadın...
(bi süre sonra...)
- aaa, kadınlar evden çıkmıyo mu? O zaman B Planı... Çıkarın taşları... taşlıyoruz...

e hadi o zaman ne duruyoruz! biz de toplanalım atalım kendimizi sokaklara! Bizim başımız kel mi? Bizim canımız linç çekmez mi? Hiç olmadı taşlayacak da kimsemiz yok mu? Ben hazırım haber bekliyorum..

hayırlı linçler...

Cuma, Eylül 09, 2005

25 yıl önce

Bugün babamın ölüm yıldönümü.. tam 25 yıl önce, sokakta arkadaşlarıyla yürürken, kafasına dayanan bir silahtan çıkan kurşunla hayatı sona ermiş; 9 Eylül 1980... 12 Eylül'den üç gün önce...
ben iki yaşımda bile değilmişim öldüğünde. o yüzden hiç hatırlamıyorum. hiç tanımamak mı daha iyi yoksa biraz olsun hatırlayabilmek mi? yıllarca bilemedim bu sorunun cevabını...

sabah bir mesajla açtım gözümü; "Günün ve ömrün aydınlık olsun. Günaydın.." Beleş mesaj hakkından dolayı, -çok ince ve güzel yürekli- bir adamın öylesine attığı ama bugün için anlamı ağır bir mesaj oldu. Bir gün + bir gün ve bir ömür... tesadüfen yaşadığımız bu memlekette, her günün aydınlık geçmesi zor... ama güzel ve gülümseten bir dilek...

Perşembe, Eylül 08, 2005

ilef'liyseniz...

Eğer Ankara İletişim mezunuysanız; bir insanın hobby diye cv'sine yazdığı bir çok alanda eğitim almışsınızdır. Sinemaya gitmek, televizyon izlemek, kitap okumak, fotoğraf çekmek, radyo dinlemek vs. Yani gündelik yaşamın en dinlenceli alanlarını irdelerken bulursunuz kendinizi yada şans verilse dünyanın en iyi yönetmeni, gastecisi, fotoğrafçısı olacağınızın düşüyle yaşamaya. Reklamların içindeki kadın-erkek rollerine daha çok dikkat etmeye, farklı olsun diye yapılan hiçbir reklama şaşırmamaya, kameranın açısına göre yönetmenin ne demek istediğini anlanmandırmaya, gazetelerde "iddia etti-belirtti" yüklemleriyle biten bildirimleri yargılamaya, analog makineye manuel, fotoğrafa resim diyenleri uyarmaya başlarsınız. Yani bütün özel alanlarınız hocaların tırnak içinde kurduğu cümlelerle işgal edilmiştir.

Dolayısıyla benim de öyle oldu. Bi de kapısına eşek bağlasan 4 yılda bitirebilecek bi okulu 2 buçuk sene uzatınca -nedenlerini burada anlatmayacağım ama kesinlikle salaklığımdan değil- psikopata bağlarsınız. Mezun olmaya yakın artık her biriniz bir belgeselci, fotoğraf sanatçısı, araştırmacı gazetecisinizdir. Tabi bu hava, sektöre girince -girebilirseniz eğer- parçalı bulut gibi dağılır gider. Hayatın en gerçek çelişkileri içerisinde "anlam", "açlık" karşısında bir gol yer. Artık sadece eleştirir, eleştirir, eleştirirsiniz... hatta kendi yaptığınız işi bile eleştirir, "n'apalım, ekmek parası" noktasına kadar geriler, en son bunu demeyi bile unutursunuz. Bunu unuttuğunuzda da zaten ya bir köşe sahibi olmuşsunuzdur, ya da gece gündüz amelilik yapan ve sorgulamaya vakti olmayan bir beyin emekçisi...

Ben henüz eleştirme aşamasındayım, zira ne bi köşe tuttum, ne de gece gündüz çalışıyorum. İki arkadaş kendimizce tutturduğumuz bir tempoda mütavazi bir gazete çıkarıyoruz. Bu blogu da biraz bu yüzden açmak istedim; doya doya eleştirmek için. Bir ara zabah yada zürriyet diye bir internet sitesi açıp, "Basında bugün yorumları yapalım" diye bir uğraş içerisine girmeye de heveslenmiştik arkadaşlarla, ama çeşitli nedenlerden onu da beceremedik.

neyse, bu yazı da çok uzadı... devamı sonra...

resim yapamıyorsan kare karala

Kendimi bildim bileli, -yeteneksizliğimden kaynaklı- resimle alakam olmamıştır. Hani çöp adam bile çizemeyen cinslerdenim. İlkokul, ortaokul çağlarımda 19 Mayıs-23 Nisan olsun, diğer tarihsel öneme sahip günler olsun... tüm temalı resim yapma zorunluluğundan ve bu bayramlardan nefret ettim. Hele sınıfımızda eline kalemi alıp şaheserler yaratan bir arkadaş vardı ki içten içe ona hep sinir oldum.

Ortaokulun son iki senesinde "okulun resim sergileri"nde çerçeve yaparak bu dertten kurtulurken, lise de -kredili sistemde okuduğum için- ucuz yırttım. Aradan yıllar yıllar geçti..

Ulu medya patronu Aydın Doğan, solcular kendilerini tatmin etsin diye Radikal adlı bir gazete çıkarmaya başladı. Gazete, entellektüel solculara hitap ediyordu ve adı da Radikal'di ya, bulmaca eki de aynı grubun gazetesi olan ve bulmaca ekiyle fırtınalar estiren Posta gazetesinden farklı olmalıydı... ve kare karalamacayla tanıştım. İşte bu yeni buluş, ben ve benim gibi resim kabiliyetsizler kendini tatmin etsin diye yaratılmıştı. Karaladım karaladım karaladım ve çıkan resimleri ben yapmışım gibi haz duydum.
Kare karalamaca tutkum hiç bitmedi.. google'ı keşfettiğim günden itibaren aylarca kare karlamaca siteleri aradım. ve sonunda muhteşem bir site buldum..
meraklısına;
http://www.griddlers.net

Bu vesileyle; resim konusundaki büyük kompleksimi yenmemi sağlayan Aydın amcaya ve Radikal ailesine de sonsuz teşekkürlerimi bildirmek isterim. Yaşayın, varolun...

Çarşamba, Eylül 07, 2005

tatil bitti... yaşasın yeni yıl!

gazete çıktı, kitap da bitmek üzere, en azından bana düşen bölümü bitti..
ne zor bir aydı.. hiç bitmeyecek sandım. şimdi sersem gibiyim. derin bir boşluğa düştüm. kendimi, iş yerinde oyun oynamaya, evde puzzle'ma verdim.
sevgili doli incapaxcim "e hadi" demek de haklısın da, gücümü yeni topluyorum. aslında yazacak ne çok şey vardı. "memleketimden linç manzaraları"ndan tutun da, "ilk sosyete ekini" veren bugün gazetesi ve onun erken şımarmış reklam oyuncularına kadar. (bu konuları sonra değerlendiririz, çünkü yine çok az vaktim var :))

Her ne kadar yeni yıl kutlamaları 1 Ocak'ta yapılsa da asıl yıllık planlar Eylül ayı itibariyle başlar. Evet, yeni bir yıla giriyoruz, tatil bitti.. nasıl bitti anlamadım ama bitti. başkent havası yine ufak oyunlarını oynamaya başladı. herkes, yeniden, sadece ve sadece işine, evine yada okuluna yoğunlaşmaya başladı. Umarım ağaçlar yeniden tomurcuklanıp, çiçekler açmaya başlayana, sıcaklar bizi yeniden tatil havasına sokana kadar güzel bir yıl geçirirsiniz..